top of page
  • Yazarın fotoğrafıSelda

İran'ın en yükseği Demavend (5.671 m)

Güncelleme tarihi: 28 Şub 2022

13.08.2013 - Kuzeyden güneye doğru iniyoruz.

Savalan Zirvesinden sonra ikinci durağımız Demavend Dağı için Tahran tarafına doğru yola çıktık. Yine oldukça uzun bir yolculuk bizi bekliyordu,  Hazar kıyılarından gidecektik Polur’a doğru uzanan yolumuzda. İran büyük bir ülke, yollar çok kötü olmasa da mesafeler çok uzun. Bir de üstüne hemen hemen her yerde trafik var. Ayrıca şoförler yol üzerinde belli noktalarda üzerlerinde taşıdıkları kağıtları imzalatıyorlar. Bu şekilde nereden gelip, nereye gittiği ve kaç saattir yolda olduğu belli oluyor. İran’da bir şoförün 8 saatten fazla yolda olması yasak, ağır cezaları var. 8 saat sonunda nerede iseniz orada kalmanız gerekiyor.


Sabah yola çıktıktan sonra Erdebil’e ulaştık. Erdebil’de sarı, siyah çeşitli kükürtlü sular var; şifalı sularıyla ünlü bir yer ve her daim ziyaretçi akınına uğruyor. Aynı zamanda da Azerbaycan sınırında bir yer. Oradan da çok sayıda insan buraya geliyormuş. Zaten buralar İran’dan çok Azerbaycan gibi Farsi birine rastlamak pek mümkün değil. Artık alışılageldiği üzere yollarda çadırlar, piknikçiler vardı yine yol boyunca.


Tüm harcamaları Azeri dostlarımız yapıyordu. Ne zaman elimizi cebimize atsak onlar çoktan parayı ödemiş oluyorlardı. Bu şekilde yük olmak bizi biraz gerdi. Uzun uğraşlar ve konuşmalar neticesinde zar zor Seid’le Maksut’u ikna ettik ve ortak bir kasa yaptık. Artık harcamalar bu kasadan yapılacaktı.


11 buçuk gibi Hayran Gediği’nden (tünel) geçtik. İran’ın kuzeyine geçmiş olduk. Aslında daha kuzeyden gelmiştik ama Azeriler geldiğimiz yerleri Azerbaycan sayıyorlar.  Hava birden Karadeniz’in havası gibi oldu, bitki örtüsü değişti ve yemyeşil oldu her yer Hazar Denizi’nin nemi nedeniyle galiba.


Sis, yeşil vadiler, ormanlar, akasya ve gürgen ağaçları.. Yol bir süre Azerbaycan sınırına paralel gitti. Yolda acur, taze ceviz yedik, çekirdek çitledik. Doğası Maçahel’e benziyor buraların. Saat 2 de Astara’ya ulaştık. Şehrin yarısı Azerbaycan yarısı İran. Ortasından Aras geçiyor. Burası İran'daki son Azeri şehri. Hava çok nemli olduğu için bunaltıcı; Seid “buharlı” diyor :)


Hazarı uzaktan görerek Talish’e doğru yol aldık. Sağ tarafta yemyeşil dağlar tepeleri sisli.. Sapanca’ya benziyor biraz buralarda. Sol taraf ise denize kadar tarlalar, küçük evler, keyifli bir yol. Ben etrafı seyrederken ekip Farsça yemekleri öğreniyor. Seid “tavuğun küçüğüne ne denir? “ diye sordu, Can “Cüce” dedi, çok güldük.


Saat 2 buçukta Talish’te idik. Güzel bir sahil kasabası gibi. Sonra Rashd ‘a geldik 4‘e doğru. Düzenli ve büyük bir şehir. Yağmurlar şehri deniyormuş buraya. Dışarıdan şık görünen ama arka tarafı biraz dağınık bir lokantada yemek yedik burada. Diğer yemek yediğimiz kebapçılardan çok daha iyi idi gerçi. Balık yedim ben çok güzeldi. Hesap 220 bin tümen tuttu, biraz pahalı idi (10 kişi).


6 buçuk gibi tekrar yola düştük. Epey büyük bir şehirdi burası. Saat 7 buçuk civarında Rudbal’daydık. İran’ın zeytin şehri imiş. Yolda bir nehrin kenarından geçtik, baraj gölüne geldik. Her yerde zeytin ağaçları vardı. Gölde gün batımını seyrettik, çok rüzgarlıydı, çok duramadık.


Rüzgarda ayakta durmak bile güçtü.

İran’da da şehirlerde bizdeki gibi zevksiz binalar var. Çok katlı değiller. Ortadaki bölüm yüksekçe ve genelde cam kaplı. Bir AVM girişi gibi görünüyor. Bu bölüm ve pencereler süslü. Diğer kısımlar ise tuğla, sıva bile yok.


Saat 9 da Qazvin’e geldik. Şehrin girişinde sanayi mahallesi gibi görünen bir yerde otel buldu Maksutlar. Mesut gidip baktı, beğendi biz de ok dedik, hepimiz yorulmuştuk. 3 odaya yerleştik. Önder’in bel ağrısı başlamıştı.  O odada kalıp yatmak istedi, onu bırakıp biz dolaşmaya çıktık şehirde.


Işıklandırılmış cami.

Otelden merkeze doğru yürümeye başladık. Dükkanların çoğu kapanmıştı. İlk önce bir cami gördük, tadilatta idi, yine de ışıklandırması ile çok güzel görünüyordu, çinileri çok etkileyici idi. Biraz daha yürüdük. Kapalı çarşı gibi görünen, kemerli tavanı olan bir giriş gördük. Kapıda bekçi vardı. Tam girebilir miyiz diye konuşurken ışıklar söndü. Seid rica etti, ışıkları açtılar ve bekçilerle içeriyi dolaştık. Bekçiler de Azeri imiş. Kervansaray sanki kendilerininmiş gibi gururla gezdirdiler: SA’D OL-SALTANEH Kervansarayı..


Kervansarayın içi.

Türk olduğumuzu öğrenince sevindiler, daha bir hevesle anlattılar yapıyı. Çok güzel bir yapıydı. Ortadoğu’nun en büyük kervansarayı imiş. Kapalı çarşı gibi birbirini takip eden bir sürü koridor, çiniler, kapılar, tavan işlemeleri, kemerler ışıklandırma ile çok etkileyici idi burası da. Koridorlardan geçip, kocaman bir kapıyla bahçeye açılıyor, tekrar koridora bağlanıyordu. Epey vakit geçirdik burada. Restorasyon hala devam ediyordu, dükkanları da açacaklarmış sonra. Bahçede havuz vardı, bir zamanlar develerin su içmesi için yapılmış. Oradan develerin bağlandığı salona geçtik. 100 tane sütun varmış, kapının karşısındaki 2 tanesi yuvarlakmış, develerin yükleri kolay geçsin diye. 1 buçuk saat kadar dolaştıktan sonra adamlara teşekkür edip otele döndük.


Quazvin’de 1200 civarında tarihi eser varmış ve İran’ın en eski şehirlerinden biri. Adı çok duyulmamış olsa da dağ programı harici daha geniş zamanda tekrar gelinip, detaylıca gezmeyi ve keşfedilmeyi hak eden bir şehir.



14.08.2013 - Qazvin'deyiz.

Saat 7 de uyandık. 8 buçuk gibi yola çıktık, şehir gezmesi için. Dün akşamki camiyi gördük yine ve de kervansarayı. Gündüz de çok güzellerdi, Önder’de görmüş oldu. Oradan Türk Hamamı’na gittik. Hamamı müze yapmışlar. Ben sıkıldım ve dışarı çıktım. Mesut ‘da çıktı. Yarım saat geçti diğerleri çıkamadı. Dışarıda beklerken lise öğrencileri Mesut’un etrafını sardı ve İngilizce sohbet etmeye çalıştılar, birlikte fotoğraf çektirdiler.


Ekip çıkmayınca biz girdik içeri tekrar. Meğerse görevli kız detaylı anlatmış hamamın özelliklerini. Salonun bir köşesinden kemere sessizce bir şeyler söyleyince, salonun öbür köşesinde çaprazındaki köşeden duyuluyor, çok enteresandı. Bu özellik tüm köşelerde varmış ama restorasyonda bozulmuş. Dedikodu için sistem geliştirmişler resmen.


Buradan çıkıp bir süre yürüdük. Caddeler kalabalıklaşmaya başladı. Yollarda yürürken yine enteresan trafik sahneleri gördük :) İnsanlar yola atlıyorlar, neredeyse hiç trafik ışığı yok. Olanlara da kimse bakmıyor. İnsanlar yola çıkınca kimse yavaşlamıyor. Kendini vızır vızır geçen arabaların ortasına atıyorsun karşıya geçerken. Maksut’a göre araçlar zaten seni görüp kendilerini ona göre ayarlarlarmış :) Beş İstanbul’lu burada karşıdan karşıya geçemedik bir türlü.  


Önder ve Kaveh para bozdurmaya gittiler. Yeri gelmişken söylemek lazım biz yanımızda USD getirmiştik ancak İran’da hemen hemen her yerde (çok güneyinde belki zor olabilir) TL bozdurulabiliyor. Bunu bilmediğimizden hem USD alırken hem de burada bozdururken iki kere kurdan zarar etmiş olduk. Onlar döviz bürosuna gittikten sonra biz de 40 sütunlu saraya girdik. Sarayın üst katındaki vitrayları görülmeye değer. Alt katında bir zamanlar güzel çiniler varmış, ama pek kalmamış. Anlatılana göre Devrim’den sonra özellikle İslam öncesi ve Şah dönemi bina ve eserleri ciddi oranda tahrip edilmiş.  Oradan yürüyerek şehrin kapısına geldik. Camilerdeki kemerli kapılardan biri idi ama çok büyüktü. Sonra bir taksi ayarlayarak 1000 yıllık bir camiye gittik.


Kahvaltı yapacak yer bulamadık. Bu arada yollar epey canlanmıştı, dükkanlar açılmıştı: Koruk üzümcüler, eski ayakkabı tamircileri, sabahın köründe kahvaltı yerine kelle satanlar ve yiyenler, eski elektrik süpürgesi alıp satan eskiciler, sadece patates, soğan ve elma satan (hepsinden birkaç kilo vardı ama tezgahta) manavlar, eski ot süpürgelerden satan süpürgeci, renk renk tişörtler satan mağaza-dükkanlar..


Bir kaç saat dolaştıktan sonra otele dönüp eşyaları araca yükledik. Yolda kahvaltıcı bulduk sonunda. Patatesli yumurta yapıyorlar dediler, tamam dedik, meğerse domatesli yumurta imiş, ona da çok sevindik J  Çaylar, lavaşlar geldi. Peynir de istedik. Yumurtaya saldırdık resmen. Saat 1 e gelirken Qazvin’den ayrıldık. Tahran’a doğru yola çıktık.


Saat 3 civarında Karaj’da ve 4 de Tahran’da idik. Otobandan gittik; şehirler arası yollar gayet modern, çok şeritli. Tahran nem ve kirli hava yüzünden siluet olarak görünüyor uzaktan. Çok büyük bir şehir. Hava çok sıcaktı. İran petrol zengini olmasına karşın ambargo nedeniyle petrolünü arıtacak yeteri kadar rafinerisi yok. Bir kısım ham petrolü Çin’e gönderiyor ve karşılığında çok az miktarda rafine edilmiş petrol alıyorlar. Bu yeterli olmadığı için genelde tüm İran’da araçlarda ham petrol kullanılıyor. Bunun da hava kirliliğine birkaç kat daha kötü etkisi var. Hatta özellikle akşamları genzinizin yandığını hissediyorsunuz. Şehir dağlarla çevrili, merkeze girmeden Demavend yoluna saptık. Tahran gayet yeşil ve ağaçlandırılmış; şehir dışı kurak görünüyordu ama merkezi bakımlı.


Saat 5 ‘te Abeli’nden geçtik. Yukarı doğru tırmanmaya, virajları dönerek yükselmeye devam ettik. Alborz sıradağlarındayız ve Demavendi akşam 6 gibi uzaktan ilk defa gördük. Başı bulutlu idi ama oldukça heybetliydi.


Artık yaklaşıyoruz. Demavend uzaklarda...

6 buçuk gibi Polur dağcılık federasyonu binasında idik. 2 oda tuttuk. Odalar genişçe salonlar şeklinde ve ranzalı. Ortak bir yemek salonu var. Eşyaları ayırdık, çantaları toparladık dağ için. Buradaki kantinden akşam yemeği için malzeme aldık. Her şey var kantinde. Dağ malzemeleri de satılıyor.


Polur’dan da için bir sürü malzeme alındı. Şebnem’le makarna ve salata yaptık mutfakta akşam yemeği için. 10’a doğru yemek yedik ve 11 gibi yatabildik. Biz tek kule yaptık :) Kalan eşyaları arabada bırakacağız. Ranzalar aşırı derecede gıcırdıyordu, üstte Önder yattı. Uyuyamadım yine. Huzursuz bir gece idi, yatak gıcırdayacak diye çok fazla da dönemedim. Önder’de uyuyamamış, midesini bozmuştu o da. İran’da dışarıda yenen et, kebap v.b. yiyeceklerin yağları bize biraz değişik geldi genelde seyahat boyunca midemize dokundu.

Diğer taraftan yol boyunca sohbetlerimizde İran tarihi, Devrim, mollalar v.s. hakkında da çokça konuşma fırsatı bulduk. Azerbaycan bayrağı kırmızı, mavi ve yeşil. Mavi Türklük, yeşil İslam ve kırmızı medeniyeti ifade ediyormuş. Genel olarak İran’daki Azeri’ler kendilerini İranlı’dan çok Azerbaycan’lı olarak görüyorlar ve genelde milliyetçiler. İran’ın kendilerini anavatan Azerbaycan’dan kopardıklarını düşünüyorlar ve bir gün tekrar kavuşmayı diliyorlar.


Maksut ve Seid de devrim sonrası dönemi birer çocuk olarak hatırlıyorlardı.  İran, devrim öncesi edebiyatta, bilimde, sanatta dünyanın önde gelen ülkelerinden biriymiş. Hatta birçok Avrupa’lı buradaki üniversitelerde öğrenim görmeye geliyormuş. Fakat halk Şah’tan o kadar bezmiş ki, fakirlikten o kadar bunalmış ki bir arayış içine girmiş. Rivayete göre Şah, halk açlıktan kıvranırken sabah kahvaltısını Londra’da, akşam yemeğini Paris’te yiyor, eşinin süt banyosu için yurtdışından özel süt getirtiyormuş. Önceleri bir öğrenci hareketi olarak başlayan olaylar daha sonra mollaların da karışmasıyla daha geniş bir harekete dönüşmüş ve şah devrilmiş. Sürgün’de olan Humeyni ilk uçakla Tahran’a inmiş ve o gün İran’ın kaderi tekrar çizilmiş. İlk başlarda oldukça sert olan rejim, her geçen yıl yumuşamış. Açıkçası biz seyahatimiz boyunca rejimin bir yaptırımını görmedik. Bu süre zarfında gözlemlediğimiz başka bir konu da insanların genelde bu rejimden sonra dinden uzaklaşmış olduğuydu. Konuştuğumuz birçok kişi eskiden daha dindardım, şimdi camiye bile gitmiyorum diyordu. Halkın çoğunluğu da rejimin destekçisi değil hatta karşısında ama mecburen buna uymak durumundalar. Örneğin İran’da Azeri nüfus Farsi’lerden bile daha fazla ancak mollaların kurduğu sistem gereği ülke yönetiminde söz sahibi olmaları mümkün değil. Yönetimde yer alacak kişiler ülkenin dini liderinin (Ayetullah) belirlediği adaylar arasından seçim sonrasında göreve başlıyor. Aslında adayların hepsi molla ama bazısı çok daha sert, bazısı daha ılımlı. Halka ancak bunların arasından bir seçim yapma hakkı tanınıyor.


Ambargo nedeniyle aslında İran nispeten kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş bir ülke konumunda olsa da ekonomisi o kadar da iyi değil. En büyük ticaret ortağı Çin. Tabi bu iyi mi kötü mü tartışılır. Üretmek yerine ithal etmeye dönmüş ekonomi. Her yer Çin’in kalitesiz mallarıyla dolu. Mağazalarda pahalı kıyafetleri “bunun ücreti yüksek ama, bu Çin malı değil Türk malı” diye satıyorlar.  Herkes işsizlik ve ekonomik sıkıntılardan yakınıyordu. İran parası da USD karşısında her gün ciddi oranda değer kaybediyordu. Döviz bürolarına para bozdurmaya gittiğimizde 1-2 gün içinde paritenin inanılmaz değiştiğine şahit olduk.  


15.08.2013 - Polur'daki Dağevinden 1. Kamp

Sabah 6:45 de uyandık. Dağ için son hazırlıkları yaptık.  Omlet hazırladık kahvaltı için. 9 a doğru kamyon geldi, eşyaları yükledik. Önder’in midesi hala çok kötüydü. İlaç aldık ikimiz de.

Dağ evindeki oda için 5 kişi 60 bin Tümen verdik bizim ekip için. Bir de federasyon 50 USD alıyor yabancılardan dağa tırmanış ücreti olarak. Seid 1 kişinin ücretini kurtardı pazarlıkla.  5 kişi için 550 bin tümen verdik.


Yolculuk Gusvensara’ya (davar otlağı) 45 dk kadar sürdü. Virajlı bir yoldu. 9 buçukta orada idik. Eşyaları katıra vereceğiz burada, Seid pazarlık etti. Biz hiç konuşmadık yabancı olduğumuz anlaşılmasın diye. Yabancılara biraz yüksek fiyat veriyorlarmış.  Pazarlık tamamlanınca büyük çantaları katırlara yüklenmesi için bırakıp yürümeye başladık. Biz bir küçük bir de büyük çanta hazırlamıştık. Kule (çanta) başına 35 bin Tümen verildi katırlara.


Bergah e Sevom kampına doğru yürüyüşe başladık.

Bizim hiç alışık olmadığımız bir şekilde acayip kalabalıktı.  Bir sürü grup yukarı doğru çıkıyordu. Yavaş yavaş yükseldik biz de. 1 buçuk gibi Bargahe Sevom ‘a (3.türbe) ulaştık. Yolda aşağıda LAR gölünü gördük uzaktan.  Yürürken herkes şarkı, türkü söylüyor, enteresanlar. Azeriler birbirlerini gördükçe YAŞASIN diye bağırıyorlar. Savalan’da YORULMAYASAN diyorduk, burada HASTA NE BAŞİ diyor insanlar. İkisi de yorgunluk olmasın, kolay gelsin gibi bir dilek. Bir de oynamaya başlıyorlar hemen buldukları yerde :)  Yürüyenler arasında çok fazla kadın da var. Başları neredeyse açık, çok rahatlar. Dağlar özgür oldukları yer..


Volkanik bir dağ olan Demavend'de değişik kaya oluşumları görülebiliyor.

Bargah e Sevom kampı 4.200 mt de, güzel bir dağ evi var. Yemek yenebiliyor ve su dahil her şey satılıyor. İsteyen gece de kalabiliyor.


Dağ evi ve çadır alanları. Biz dağ evinin üzerine kurduk.

Kampa ulaştığımızda hepimiz gayet iyi durumda idik yüksekliğe rağmen. Önder’le biz çadırda kalacağız dedik. Diğerleri dağ evinde kalacaklardı. Kamyonda bizimle birlikte Cafer diye bir adam ve oğlu da gelmişlerdi. Kamp alanına onlar hızlı çıktılar dağ evinde yer kapmak için. Adam bilmem kaçıncı kez çıkacakmış zirveye, zirve yolunda da bize eşlik edecekmiş.


Önder hızlı çıktı çadır alanı kapmak için. Çadırlar için teras sistemi ile bir sürü yer yapmışlar gayet düzgün. Alt sıralarda bir yer tuttu Önder, ben yanına gidince yukarı tarafa bakmaya gitti. Yağmur çiselemeye başladı ve diğerleri de geldiler bu arada.